Çev. Toğrul Salamzade
Modern bilimin Hıristiyan bir dünya ve yaşam görüşü atmosferi haricinde ortaya çıkamayacağı, utanç verici tarihsel ironilerden biridir. Buna rağmen bugün bilim camiası, ilahi vahyin Hıristiyanlığına karşı düşmanca bir tutum takınarak mirasyediyi oynamaya devam etmektedir. Darwin’in evrim şemasıyla hipnotize edilen ve bilimsel teknolojinin ürünleriyle büyülenen çağdaş insan, bilime sekülerleştirilmiş bir tanrısallık bahşetmiş ve fetiş bir putperestlikle önünde eğilmiştir.
Bilimin vahiyle karşı karşıya getirilmesi kesinlikle tuhaftır. Zira bilimsel çabanın anlamlı ya da verimli olabilmesi için belirli bir durum gereklidir. Bilim adamı bu durumun bilime elverişli olduğuna inanmalıdır, aksi takdirde bilimsel girişimde bulunmazdı. Bilinebilecek bir nesneler ve süreçler dünyası olduğuna ve kendisinin de bu dünyayla, bu nesneleri ve olayları bilmesine imkân tanıyan bir ilişki sürdürdüğüne inanmalıdır. Peki o zaman bilim insanı, mevcut durumun gerçekten de bilime elverişli olduğuna dair inancı için ne gibi bir gerekçe gösterebilir? Dünya neden başka türlü değil de böyledir?
Bilim için Çıkmaz Sokak
Burada, mantıksal-ampirik prosedürlerinin kendi kendine yeterliliğine güvenen bilim adamı bir çıkmaz sokaktır. Verdiği yanıt genellikle dünya hakkında çeşitli hipotezler kurmak ve ardından bu hipotezlerden çıkan faydalı sonuçlara işaret etmektir; bu hipotezler için hiçbir neden göstermez, gösteremez – sadece öyledirler, çünkü işe yararlar. Sıkıştırılırsa ya da felsefi eğilimi varsa, “şans” olmadığı sürece “çalışan hipotezlerinin” hiçbir nedeni olmadığını söyleyecek kadar ileri gidebilir.
Başka bir deyişle, tutarlı natüralist bilim insanı, sırf “rasyonel” bilimsel çabasının başarıya ulaşabilmesi için, durum hakkında irrasyonel bir dizi inanca sahip gibi görünmektedir. Herhangi bir bilimsel çabadan önce ya spekülasyondan (“şans” hipotezleri hakkında) ya da vahiyden başlamamız gerektiği oldukça açıktır. Kutsal Yazılar (bilen tek Kişi’nin) bu dünyanın ve içindeki insanın bilimsel çabayı anlamlı kılacak şekilde nasıl olduğunu açıklar. Var olan durum, egemen Tanrı’nın yaratması ve takdiri sayesindedir. Eğer bilim, Kutsal Yazılar’ın gerçeklerini gerçekten çürütebilseydi, o zaman bilim için hiçbir gerçek temel olmazdı. Bilim camiasının kendi girişim ve sonuçlarını Hıristiyan vahyiyle karşı karşıya getirme arzusu nihai olarak intihara meyillidir.
Kökenler Sorunu
Bilim ve Kutsal Yazılar arasındaki karşıtlık tarihsel olarak köken sorununda doruğa ulaşmıştır. Hıristiyan, dünyanın bilimsel görev için elverişli olduğunu, çünkü Tanrı’nın onu bu şekilde yarattığını ileri sürer. (Ve bu yaratılışın, evrim teorisinin öne sürdüğü sürekli ilerleyen gelişime tabi olmayan, Tanrı’nın tamamlanmış bir eseri olan “doğa” olduğu ortaya konmuştur). Hıristiyan toplumu içinde bile, bu acı çatışmanın kalıntıları, “olgun” (tamamlanmış) bir yaratılışı savunanlar ile “teistik evrimi” savunarak “moda olan bilime” uyum sağlamak isteyen iyi niyetli bilim adamları ve ilahiyatçılar arasındaki anlaşmazlıkta hala belirgindir. Yine de Hıristiyan olmayan doğa bilimcilerin evrim “gerçeğini” Kutsal Kitap’a karşı en yüce dava olarak gördükleri unutulmamalıdır.
Modern bilimin “yaşamın kökeni” üzerine çalışma ve araştırma yapma konusundaki hevesine rağmen, kökenle ilgili tüm soruların deneysel bilim alanının dışında kaldığı kabul edilmelidir! Bilimin metodolojisi, deneysel kontrol altında tekrarlanmayan ya da tekrarlanamayan olaylarla başa çıkabilecek donanıma sahip değildir. Bilim insanının ne gözlem ne de deney yapabildiği köken meselesinde, kişi ya tahmine dayalı spekülasyonlara ya da yanılmaz vahye güvenmek zorunda kalır. Seçim basit olmalıdır; Hıristiyan için de öyledir.
Doğa bilimleri genellikle, mevcut materyallerin ve süreçlerin incelenmesinin, neyin meydana gelmiş olması gerektiğini belirlemek için geriye doğru tahmin yapmamızı sağladığını söyleyecektir. Ancak burada da bilim adamı kendi temel yöntemlerini bir kenara bırakarak tarihsel gelişimin seyri hakkında spekülasyon yapmaktadır (gözlem yapmamaktadır); doğanın sadece şu anda değil her zaman tekdüze olduğunu, bugün görülen süreçlerin her zaman şu anda olduğu gibi işlediğini varsaymaktadır (ancak bunu deneysel olarak gösterememektedir). “Teistik evrimci” de aynı şekilde bugünkü süreçlerin temelde Tanrı’nın yaratıcı faaliyetlerine benzer olması gerektiğini varsayar. Bu, aslında yaratılışın “olgunlaşmamış” olduğunu, Tanrı’nın geçmişte bir noktada yaratıcı çalışmasını tamamlamadığını söylemektir. Gözlemlenebilen günümüzü gözlemlenemeyen geçmişe doğru tahmin ederek kökenle ilgili soruları yanıtlıyormuş gibi yapmak, bir daire içinde akıl yürütmektir; bilimin uygun tanımlayıcı rolünü terk etmek ve bunun yerine onu geçmişin keyfi bir belirleyicisi haline getirmektir.
Cevap: Üçlü-Birlik Tanrı
Evrenin kökeni ve doğası Üçlü-Birlik Tanrı’ya bağlıdır. Bilim adamı, öncelikle egemen Yaratıcı’ya inanmadan (kabul edilsin ya da edilmesin) ilerleyemez. Açıkça görüldüğü üzere, Kutsal Yazılarda yer alan yaratılış ve ilahi takdir öğretileri karşılıklı olarak gereklidir; birine inanmak diğerine de inanmak demektir. Bilim adamı da Tanrı’nın yaratılış süreçleri üzerindeki kontrolüne inanmalıdır, aksi takdirde bilim adamı olamazdı.
Yıllar önce David Hume, bilim adamlarının gözlemlenebilir doğanın tekdüzeliğine dair bilimsel olarak temelsiz ancak kritik öneme sahip bir inançla hareket ettiklerini belirtmiştir. Yine de doğa bilimcinin yarın güneşin doğmasını beklemesi için (psikolojik alışkanlığın ötesinde) hiçbir neden olmadığını belirtmiştir. Özerk, kendine yeten bir disiplin olarak bilimin Hume’a verecek dürüst bir cevabı yoktur. Ancak bilim, doğru bir şekilde düşünüldüğünde, kendisini Tanrı’nın vahyine tabi kılarsa, o zaman güneşin neden doğacağını bilir, çünkü Tanrı’nın yarattığı evrenin tüm faaliyetlerini düzenli ve güvenilir bir şekilde kontrol ettiğini bilir.
Bilim adamı düzenlenmiş bir evreni varsaymak zorundadır ve bunu yaparken de düzenli bir yaratılışı varsayar. Her bilim insanı, bilinçli ya da başka türlü, gerçeklik ve bilgi hakkında bazı temel varsayımlarda bulunur ve bu düşünceler dini olarak motive edilir: “Çünkü Tanrı’ya ilişkin bilinen ne varsa, gözlerinin önündedir; Tanrı hepsini gözlerinin önüne sermiştir. Tanrı’nın görünmeyen nitelikleri -sonsuz gücü ve Tanrılığı- dünya yaratılalı beri O’nun yaptıklarıyla anlaşılmakta, açıkça görülmektedir. Bu nedenle özürleri yoktur” (Romalılar 1:19-20).
İlişki Sorunu
Bu noktada bilim ve Kutsal Yazılar arasındaki ilişkinin ne olduğu açıklığa kavuşturulmalıdır. Anlamlı bir bilimsel çabanın ön varsayımı Tanrı’nın Sözü’nde verilen Hıristiyan teizminin gerçeğidir; eğer dünya Kutsal Yazılar’ın söylediği gibi değilse, o zaman bilim mümkün değildir. Egemen Tanrı yaratılışının tüm faaliyetlerini kontrol eder, böylece doğada gördüğümüz tekdüzeliği, zihin ve maddi dünya arasında bir bağlantıyı, mantık ve gerçeklerin birliğini ve mutlak gerçeğin ölçütlerini sağlar.
Bilim ve Kutsal Yazılar arasındaki ilişki, iki geçici teori arasındaki bir sentez ilişkisi değil, bir tabiiyet ilişkisi olmalıdır. Eğer bilim Kutsal Yazılara tabi değilse, o zaman Kutsal Yazılar bilime tabi olmalı ve bilimin kendisi otonom olmalıdır. Eğer bilim vahiyden bağımsızsa, o zaman doğanın kendi kendine yeterli olduğu ve kendi yorumu için gerekli ilkeleri kendi içinde barındırdığı varsayılmalıdır. Böylece Tanrı ya doğayla özdeşleştirilir (panteizm hatası) ya da tamamen resmin dışına itilir (deizmin pratik sonucu). Ya Tanrı Tanrı’dır ya da bilim kendini tanrılaştırır.
Bilimin faaliyeti asla tarafsız değildir; her zaman metafizik veya dini motivasyonlu bir inanç alt yapısı vardır. Eğer böyle olmasaydı, bilim beyhude olurdu, ayakları havada kalırdı – yere basmazdı. Doğa bilimci “gerçeklerle” çalıştığını iddia eder. Oysa “olgular”dan söz etmek bile olgusallığın varlığına ilişkin metafizik bir beyanda bulunmak demektir. Tanrı’nın vahyini reddeden filozof için tek “dürüst” metafizik, agnostik bir solipsizm, bir “bilmiyorum-ve-bilinemezcilik”tir. Yine de Hıristiyanlık haricinde bilim insanının nefret ettiği bir metafizik varsa, o da solipsizmdir. Ancak, bu “mantıklı” konumu hangi temele dayanarak gözden düşürebilir? Hangi bilgi kaynağı bunu çürütebilir?
Temel: Kutsal Yazıların Gerçeği
Olgusallığa ve bilimsel girişime izin veren tek temel, tek ön kabul Kutsal Kitap’ın hakikatidir. Kutsal Kitap olmadan, bilimin doğada bekleyebileceği bir düzen yoktur ve bilim adamı kendini soyut zamansız mantık ile saf nihai potansiyel ya da “saf şans” arasında sürüklenirken bulur. Gerçeklik dünyası yalnızca bir rastlantıdır ve “evren” (eğer böyle bir şey varsa) bilinemez çünkü duyu deneyimi ile analitik düşünce arasında bilinen bir bağlantı yoktur, mantıksız rüyaların rasyonel düşünce kadar doğru olmaması için hiçbir neden yoktur.
Bilim adamı çalışmasını yaparken bir sistemle karşı karşıya olduğuna inanmalıdır, aksi takdirde çalışması boşa gider. Bu sistem ya egemen Tanrı’nın amaçlı planının sonucudur ya da insanın düzenleyici zihninin bilinemez “evrene” yansımasıdır – ki bu da aynı derecede bilinemezdir. Eğer bilim adamı Kutsal Yazıların gerçekliğini varsaymayı reddederse (ki bu aslında epistemolojik bir imkansızlıktır), ne araştıracak gerçek bir evrene ne de bunu yapabilecek yeteneğe sahip olduğunu varsaymak için herhangi bir nedene sahip olacaktır. Kutsal Kitap tüm düşünce ve bilim için mümkün olan tek ön kabulü sağlar.
Her disiplini, her düşünceyi Tanrı’nın mutlak otoritesine teslim etmezsek karanlık bir sokağa sapmış oluruz. Kutsal Yazılar’la başlamalı ve bilimsel girişimi onun yorumlamasına izin vermeliyiz. Rab Mesih’in Sözü’ne her şeyde ilk sırada yer verilmelidir. Kutsal Yazılar’ın her akademik araştırmayı yönetmesine izin vermeyi ihmal edersek, insan görüşünün değişken kumlarına yenik düşmüş oluruz.
Arkaik “Modern” Yaklaşım
Âdem ve Havva “modern” yaklaşımı benimsediler; dünyayı doğaüstü vahiyden ayrı olarak yorumlamak istediler. Belirli bir meyvenin niteliklerinin ve doğasının ne olduğu ve onu yemenin ne gibi etkilere yol açabileceği sorusu, yetkili bir Rabbin Sözü dışında bağımsız araştırmalarla yanıtlanması gereken “bilimsel” sorulardı. Neden onların hatasını tekrarlayalım? Açıkça görülmelidir ki, eğer insanoğlu günaha düşmeden önce kendi dünyasını doğru bir şekilde yorumlamak için Tanrı’nın doğaüstü vahyine ihtiyaç duyuyorsa, günahın etkileri altında yaşayan bizler ne kadar daha fazla ihtiyaç duyarız! Âdem ve Havva’nın Şeytan’dan esinlenen metodolojisi, tövbe etmemiş tüm günahkârlar tarafından yüceltilmeye ve takip edilmeye başlanmıştır ve yaygın olarak algılandığı şekliyle “bilimin” özünü oluşturmaktadır.
Tek gerçek bilim, adına layık tek bilim, Tanrı’nın yaratılışına boyun eğdirme görevini yerine getirmek için Tanrı’nın doğaüstü vahyinin gerçeğinden yola çıkar (Yaratılış 1:28). Tanrı’nın Sözü ve yetkisi dışında bilime kalkışmak, bu çabanın kendisi ve buna kalkışan bilim adamı için ruhsal bir intihardır. İnsan asla özerk değildir; o her zaman Yaratıcısı Tanrı’ya bağımlı bir yaratıktır. Felsefede, kültürde ya da siyasette olduğu gibi bilimde de “evi RAB yapmazsa, yapıcılar boşuna didinir.” (Mezmur 127:1).