İlahiyat

Bebek Vaftizi: Tanrı’nın Torunları: Bebek Vaftizinin Kutsal Kitap’taki Temeli

Michael Horton

Çeviren: Denizhan Başaran

“Tanrı’nın torunu yoktur.” Billy Graham’a atfedilen bu söz, gençliğimden çok iyi hatırladığım bir özdeyiştir. Bugüne kadar, kişinin Mesih’te Tanrı’yla kişisel ilişkisinin önemine dair Baptistlerin yaptıkları vurguyu büyük bir takdirle karşıladım ve şimdi ağırlıklı olarak paedobaptist (bebek vaftizci) çevrelerde çalıştığım için Graham’ın sözlerindeki Kutsal Kitap bilgeliğini görüyorum. Reformcu, Lüteryen ve Anglikan çevrelerde Rabbin işlerine karşı kişisel bir ilgi duymayan gençlerle çok sık karşılaşıyorum ve yine de onların gerçek imanlılar olmayabileceğini söylemek büyük bir hakaret olarak algılanacaktır. Diğerleri ise, Tanrı’nın vaat ettiği lütfu iletme aracı olarak değil, kurtuluşlarını otomatik olarak garanti altına alan batıl bir ayin olarak bebek vaftizlerine tutunmaktadırlar. Mesih’e iman etmek yerine vaftize güvenmeyi yeğleyen pek çok kişi, sakramenti amacından kopararak, çocukları Tanrı’nın lütuf antlaşmasına mühürlemekte ve birincisine sahip olmanın ikincisini gereksiz kıldığını varsaymaktadır.

Kuşkusuz, paedobaptist konumda da tehlikeler vardır. Bununla birlikte, Baptist görüşte de tehlikeler vardır. Birincisi, erkeklerin ve kadınların imanlarını Kutsal Kitap dışı bir ayin olan “karar verme” ya da “iman ikrarına davet”[1] sırasında davete icabet etme ayinine bağlamaları da bir o kadar kolaydır. İnsan doğası her zaman Tanrı’nın huzuruna ve lütfuna tırmanmak için merdivenler arar ve Kutsal Kitap dışı “sakramentler” de bu kullanıma Kutsal Kitap sakramentleri kadar elverişlidir. Günün sonunda, suistimallerin, Kutsal Kitap’a dayalı ilkelere ilişkin vizyonumuzu gölgelemesine asla izin verilmemeli ve pratik sonuçları ne olursa olsun, nihayetinde bu Tanrı’nın ilkelerine boyun eğmeliyiz.

Kişinin Tanrı’yla olan kişisel ilişkisi ne kadar önemli olursa olsun, “Tanrı’nın torunu olmadığı” doğru mudur?

Hiç kimse bir büyükbabanın sadece çocuklarının bir sonraki neslinin değil, aynı zamanda gelecek nesillerin de babası olduğu gerçeğini sorgulamaz. Gökkuşağı sakramentinde Tanrı Nuh’a, “…Sizinle ve bütün canlılarla kuşaklar boyu sonsuza dek sürecek antlaşmamın belirtisi şu olacak: Yayımı bulutlara yerleştireceğim ve bu, yeryüzüyle aramdaki antlaşmanın belirtisi olacak” (Yar. 9:12-13) demiştir. Nuh’la yapılan bu antlaşma (doğası gereği) kurtarıcı değil, ancak ortak bir lütuf antlaşmasıydı. Antlaşma, Yaratıcı olan Tanrı ile tüm yaratılışı arasında yapılmıştı, Kurtarıcı olan Tanrı ile kurtarılmış halkı arasında değil. Yine de ilke zaten belirlenmişti: Tanrı başlangıçta insan ırkının “babası” olduğu için, insan ırkının ve doğal dünyanın korunmasına hala bağlıydı. Bu, “gelecek tüm nesiller için olan bir antlaşmaydı”.

Ancak İbrahim’e geldiğimizde, başka bir antlaşma yürürlüğe girer- daha doğrusu yeniden yürürlüğe girer, çünkü aslında Aden’deki itaatsizliklerinden sonra ilk çift aracılığıyla bu antlaşmanın açılışı yapılmıştı. Tanrı Avram’ın dikkatini yıldızlara yöneltmiş ve ona “İşte, soyun o kadar çok olacak” diye vaat etmiştir. “Avram RAB’be iman etti, RAB bunu ona doğruluk saydı” (Yar.15:5-6). Böylece Avram yalnızca iman aracılığıyla lütufla aklanmış ve Tanrı, antlaşmasını sadece adı İbrahim (yani Avraham) olarak değiştirilen Avram’la değil, onun soyundan gelenlerle de tesis etmiştir. Tanrı her zaman bizim zayıf olan imanımıza merhamet etmiştir ve atamız İbrahim, Tanrı’ya bu vaade nasıl güvenebileceğini sorduğunda, Tanrı ona bir düve, bir keçi ve bir koçun yanı sıra birer güvercin ve kumru yavrusu kurban etmesini emretmiş ve her birini ortadan ikiye bölmesini söylemiştir (9. ayet). Bütün bunlar neyle ilgiliydi? Bu, eğer Antlaşma bozulursa ne olacağını her iki tarafa da bildiren yasal bir anlaşmaydı. Aslında Tanrı şöyle diyordu: “Eğer sana verdiğim sözü tutmazsam, aynısı benim de başıma gelsin- ben de ikiye bölüneyim ve antlaşmayı ihlal etmenin laneti benim de başıma gelsin.” Ancak aynı şey İbrahim ve onun soyundan gelenler için de geçerliydi. Eğer antlaşmaya uymazlarsa, onlar da antlaşmanın lanetinin tüm yükünü taşıyacaklardı.

Kısa bir süre sonra Tanrı, İbrahim ve onun soyundan gelenlerle yaptığı bu antlaşmayı sünnet sakramentiyle taçlandırdı:

Avram yüzüstü yere kapandı. Tanrı, “Seninle yaptığım antlaşma şudur” dedi, “Birçok ulusun babası olacaksın.  Artık adın Avram değil, İbrahim olacak. Çünkü seni birçok ulusun babası yapacağım…Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım” (Yar. 17:3-5, 7).

“Baba” anlamına gelen Avram adının “birçoklarının babası” anlamına gelen İbrahim (daha doğrusu Avraham) olarak değiştirilmesinde bile Antlaşma’nın temasının daha keskin bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Bu bölümde hemen fark ettiğimiz üç şey vardır: Bu “sonsuz bir antlaşmadır,” İbrahim tarafından değil Tanrı tarafından gerçekleştirilmiştir ve İbrahim’in soyunu da kapsamaktadır.

(1) Bu Sonsuz Bir Antlaşmadır

Sonsuz olduğu için, bu antlaşma atamız İbrahim’in yaşadığı zaman ve mekânla, hatta tarihin belirli bir noktasıyla sınırlı olarak yorumlanamaz. Ancak günümüzde birçok evanjelik, dönemselcilikten[2] etkilenerek gölge ile gerçeği birbirine karıştırmakta, İbrahim gibi “daha iyi bir ülke -göksel bir ülke- için özlem duymak” yerine, nihayetinde dünyevi olan vaat edilmiş bir ülkeyi beklemektedir (bkz. İbr. 11:8-16). Bu sonsuz antlaşma aslında Aden Bahçesi’nde, Tanrı’nın Âdem ve Havva’ya gelecekte onları kurtaracak bir Soy vaat ettiği ve onları kendi kurban ettiği hayvanların derileriyle örterek antlaşmayı mühürlediği zaman başlar (Yar. 3:21).

(2) Tanrı Tarafından Tesis Edilmiştir

Antlaşma İbrahim tarafından değil, Tanrı tarafından tesis edildiği için, nihai anlamda koşulsuzdur. Elçi Pavlus’un da beyan ettiği gibi, “Biz sadık kalmasak da O sadık kalacak.

Çünkü kendi özüne aykırı davranamaz.”” (2 Tim. 2:13) ancak “O’nu inkâr edersek, O da bizi inkâr edecek.” (Ayet 12), çünkü bireysel olarak İbrahim soyundan gelenlerin katılımı vaade olan imana bağlıdır. Yüzyıllar sonra Musa’nın yönetiminde bütün bir İsrailli kuşağın vaat edilen topraklara girmesi engellenmiştir, çünkü Mesih’in vaadini reddetmişlerdir ve İbraniler’in yazarı imanlıları aynı hatayı yapmamaları konusunda uyarır: “Çünkü onlar gibi biz de iyi haberi aldık. Ama onlar duydukları sözü imanla birleştirmedikleri için bunun kendilerine bir yararı olmadı. Biz inanmış olanlar huzur diyarına gireriz. Nitekim Tanrı şöyle demiştir: “Öfkelendiğimde ant içtiğim gibi, onlar huzur diyarıma asla girmeyecekler.’” (İbr. 4:2-3).

Peygamberlerin uyardığı gibi, sadece İbrahim’in fiziksel soyundan gelmek yeterli değildi. Bu konu özellikle Elçi Pavlus tarafından ele alınmıştır:

Çünkü ne dıştan Yahudi olan gerçek Yahudi’dir, ne de görünüşte, bedensel olan sünnet gerçek sünnettir. Ancak içten Yahudi olan Yahudi’dir. Sünnet de yürekle ilgilidir; yazılı yasanın değil, Ruh’un işidir. İçten Yahudi olan kişi, insanların değil, Tanrı’nın övgüsünü kazanır” (Rom. 2:28-29). “Tanrı’nın sözü boşa çıktı demek istemiyorum. Çünkü İsrail soyundan gelenlerin hepsi İsrailli sayılmaz. İbrahim’in soyundan olsalar bile, hepsi onun çocukları değildir. Ama, “Senin soyun İshak’la sürecek” diye yazılmıştır. Demek ki Tanrı’nın çocukları olağan yoldan doğan çocuklar değildir; İbrahim’in soyu sayılanlar Tanrı’nın vaadi uyarınca doğan çocuklardır” (Rom. 9:6-8). “Eğer Mesih’e aitseniz, İbrahim’in soyundansınız, vaade göre de mirasçısınız” (Gal 3:29).

İsrail ve Kilise arasındaki ayrımıyla beraber dönemselcilik görüşü içerisinde yetişmiş olan bizler için bunu kavramak hususen zordur, ancak bu pasajlar (ve benzerleri) bizi kaçınılmaz olarak “gerçek İsrail’in vaat çocukları”nın Yahudi ya da Yahudi olmayan herkesten oluştuğu ve bunların dışında hiçbir şekilde “sonsuz antlaşma” diye bir şey olamayacağı sonucuna götürür.

Bir an için biyografiden bahsetmek gerekirse, Reformcuların bebek vaftizi öğretisiyle ilk karşılaştığımda, bu kavramdan hemen soğudum çünkü sözü edilen “sonsuz antlaşmanın” kökten Tanrı merkezli, koşulsuz karakterini yanlış anlamıştım. Başkaları bu görüşe başka nedenlerle karşı çıksa da benim sorunum vaftizi kendi “sakramentim”, İsa’yı takip etme kararlılığımı ilan ettiğim kendi itaat eylemim olarak görmemdi. Bir çocuk nasıl olur da “İsa’yı izlemeye karar verdim” diyebilir ve bunu tüm kilisenin önünde açıkça söyleyebilirdi? Ancak bu konuma olan güvenimi sarsan şey, Kutsal Yazılar’ın bu antlaşmanın doğasına ilişkin tanıklığıydı. Nasıl ki gökkuşağı insani değil ilahi kararlılığın bir sakramenti ise ve ortadan ikiye bölünmüş hayvanların töreni Tanrı’nın antlaşmaya bağlılığının bir ayiniyse, vaftiz de Tanrı’nın beni kendi iman hanedanına katma niyetini ilan etmesiydi. İman gerekliydi, ama iman Tanrı tarafından Kelâm ve Sakrament aracılığıyla antlaşmada vaat edilmişti.

Jean Calvin şu gözlemde bulunmuştur: “Vaftiz bizim açımızdan bakıldığında dingin bir iştir: ona imandan başka bir şey getirmeyiz ve ona ait olan her şey Mesih’te saklıdır.” Ancak bir çocuk, vaftize nasıl olur da imanı getirebilir? “Henüz bebekken vaftiz edilenleri Tanrı çocuklukta ya da ergenlikte, hatta bazen yaşlılıkta bile yeniden yaratır,” çünkü iman tohumu antlaşma çocuğunun yüreğine ekilmiştir. Calvin, “Bebekler yaşlarının kapasitesine göre Tanrı’nın Ruhu tarafından yenilenir, ta ki içlerinde gizlenmiş olan bu güç adım adım büyüyüp uygun zamanda tamamen ortaya çıkana kadar” diye yazmıştır. Reformcuların hiçbiri bunun Eski Antlaşma’daki sünnetten daha fazla isteğe bağlı bir sakrament olduğuna inanmamıştır. Calvin şöyle demiştir: “Her kim vaftizi ihmal eder ve yalnızca verilen sözle yetiniyormuş gibi davranırsa, Mesih’in kanını ayakları altına almış ya da en azından kendi çocuklarının yıkanması için kanın akmasına izin vermemiş olur. Bu nedenle adil ceza olarak bunu lütuftan mahrumiyette işaretin hor görülmesi takip eder… çünkü Tanrı’nın antlaşması çiğnenmiştir” (Institutes, Kitap 4, bölüm 15 ve 16).

 

(3) İbrahim’in Soyundan Gelenleri de Kapsar

Yaratılış 17’de Tanrı, Avram’ın adını değiştirir ve sünnet sakramentini başlatır. “Tanrı İbrahim’e, ‘Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız’ dedi, ‘Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Sünnet olmalısınız. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak’” (Yar. 17:9-11). Birisi şöyle diyebilir: “Fakat İbrahim iman ettikten sonra sünnet oldu, Pavlus’un Romalılar 4’te onaylamak istediği nokta da budur ve bu doğrudur.” Ancak Pavlus İbrahim’in sünnetle değil, sadece iman aracılığıyla lütufla aklandığı gerçeğinin altını çizer. Yine de İbrahim çocuklarına ne yaptı? Onları sekizinci günde sünnet etti. Neden mi? Çünkü onlar vaadin mirasçıları, antlaşmanın çocuklarıydı.

Hem Eski hem de Yeni Antlaşma boyunca Tanrı kendisini gelecek nesillerin babası olarak adlandırmaktan keyif alır (Bkz. Çık. 20:6, 31:13; Yas. 7:9; Mez. 22:30, 31:11, 45:17, 89:1, 90:1; 100:5, 105:8, 119:90, 145:13; Yşa. 51:8; Luk. 1:48; Flp. 3:5, 21; Kol. 1:26). Başka bir deyişle, Tanrı büyükbaba olma konusunda oldukça neşelidir.

Peki, Eski ve Yeni Antlaşma arasındaki farklar ne olacak?

Eğer Yaratılış’tan Vahiy’e kadar uzanan tek bir “sonsuz antlaşma,” bir lütuf antlaşması varsa ve bu antlaşma kurtuluş için Rab’be güvenen Yahudileri hem de Yahudi olmayanları kapsıyorsa, metnin açıkça belirtmediği yerlerde devamsızlıklar olduğunu ortaya atmamalıyız.

Şüphesiz, lütuf antlaşmasının her iki Antlaşma’da da uygulanış biçimi arasında bir devamsızlık vardır. Eski Antlaşma’da tipler ve gölgeler aracılığıyla vaat edilir. Yeni Antlaşma’da ise bu vaatlerin Tanrı-İnsan’da, vaat edilen Mesih’te gerçekleşmesi olarak somutlaşır. Dahası, Eski Antlaşma’da sünnet bu antlaşmanın kutsal sakramentidir ve sadece erkek çocuklara uygulanır. O halde bu durum sünnet ile vaftiz arasında bire bir ilişki kurulmasını engellemez mi? Eğer kurtarıcı hikâyenin aşamalı olarak ortaya çıktığını kabul edersek, hayır. Yoel’in ünlü peygamberlik sözü şöyle der: “Ondan sonra bütün insanların üzerine Ruhum’u dökeceğim. Oğullarınız, kızlarınız peygamberlikte bulunacaklar. Yaşlılarınız düşler, Gençleriniz görümler görecek. O günler kadın, erkek kullarınızın üzerine de Ruhum’u dökeceğim” (Yoel 2:28-29). Bu peygamberlik Galatyalılar’da Pavlus tarafından da doğrulanır: “Çünkü Mesih İsa’ya iman ettiğiniz için hepiniz Tanrı’nın oğullarısınız. Vaftizde Mesih’le birleşenlerinizin hepsi Mesih’i giyindi. Artık ne Yahudi ne Grek, ne köle ne özgür, ne erkek ne dişi ayrımı var. Hepiniz Mesih İsa’da birsiniz” (Galatyalılar 3:26-28). Eski geleneklere göre hiçbir şeyi miras alma hakkına sahip olmayan kadınlar bile Tanrı’nın yeni toplumunda “oğullar”, yani mirasçılar olarak adlandırılırlar. Bu nedenle, onlar da lütuf antlaşmasının kutsallığını paylaşma hakkına sahiptirler; bu, Ruh’un hem erkeklerin hem de kadınların üzerine “dökülmesi” anlamına gelen bir kutsal sakramenttir.

Sünnet ile vaftiz arasında başka bir devamsızlık var mıdır? Görünüşe göre hayır. Aslında Elçi Pavlus şöyle demiştir: “Ayrıca Mesih’in gerçekleştirdiği sünnet sayesinde bedenin benliğinden soyunarak elle yapılmayan sünnetle O’nda sünnet edildiniz.  Vaftizde O’nunla birlikte gömüldünüz, O’nu ölümden dirilten Tanrı’nın gücüne iman ederek O’nunla birlikte dirildiniz” (Kol 2:11-12). Kilise tarihi boyunca “vaftiz” her zaman tek ve aynı anlama gelmiştir: İşaret (su) ve işaret edilen şey (Kutsal Ruh tarafından yenilenme). Ancak günümüzde, Kutsal Yazıları harfi harfine ve “olduğu ve yazıldığı” şekilde algılamakta ısrar eden pek çok kişi, bu ve Titus 3:4-6 (“Ama Kurtarıcımız Tanrı iyiliğini ve insana olan sevgisini açıkça göstererek bizi kurtardı. Bunu doğrulukla yaptığımız işlerden dolayı değil, kendi merhametiyle, yeniden doğuş yıkamasıyla ve Kurtarıcımız İsa Mesih aracılığıyla üzerimize bol bol döktüğü Kutsal Ruh’un yenilemesiyle yaptı”) gibi pasajların su vaftizine değil, yalnızca ruhsal bir vaftize işaret ettiğini ileri sürecektir. Ruhu maddeden ayıran Gnostik düalizmden sakınmak gerekir; sanki Tanrı’nın insanları sıradan, günlük bir sıvı aracılığıyla kendi ailesine katması ruhani olmaktan daha az önemliymiş gibi… Kuşkusuz, ritüellere ve maddi işaretlere batıl inanç atfetmek gibi bir tehlike vardır, ancak Tanrı kendisini maddeye rağmen değil, madde aracılığıyla gösterir ve bizi kurtarır. Tanrı “beden aldı”, mürekkep ve kâğıtla bir kitap yazdı ve onu su, ekmek ve şarapla onayladı. O göksel lütfunu, Söz ve Ruh aracılığıyla ilahi kullanımı için bir kenara ayırdığı dünyevi varlıklar aracılığıyla iletir.

Bu nedenle reformcular Tanrı’nın bir araya getirdiği şey yani işareti ve işaret edilen şeyi bölmeyi reddetmişlerdir. Calvin şunları yazmıştır: “O halde bu iki şey [günahların bağışlanması ve Kutsal Ruh’un armağanı] İsa Mesih’in lütfuyla içimizde tamamlandığına göre, vaftizin erdemi ve özü de ona dahildir. Ve aslında, O’nun kanından başka bir vaftiz suyumuz, ölümünden ve dirilişinden başka yenilememiz yoktur. Ancak zenginliklerini ve bereketlerini bize Sözü aracılığıyla ilettiği gibi, bunları bize sakramentleri aracılığıyla da dağıtır.” Sakrament yalnızca gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş bir şeyi sembolize etmez. Gerçekten de bir “lütuf aracıdır”, Tanrı’nın genel olarak vaat ettiklerini bize doğrudan aktarma biçimidir.

Öyleyse, metinde Tanrı’nın vaftizde gerçekten bir şeyler yaptığının göründüğü her yerde “suyla değil, ruhani vaftiz” ibaresini basitçe okumak bu tür pasajların en doğal ve olağan okuması mıdır? Böyle bir yaklaşım en iyi ihtimalle keyfi görünüyor. O halde, kusursuz bir doku olduğu yerde hakikat Sözünü bölmemek en güvenlisidir.

İbraniler’in yazarı bize bu “lütuf antlaşmasının” daha da iyi bir uygulamasının mirasçıları olduğumuzu söyler. Bu antlaşmanın Yeni Antlaşma’daki yönetimi Eski Antlaşma’dan pek çok yönden üstün olduğu halde, çocuklarımızı dahil etme konusunda yetersiz mi kalmaktadır? Eski Antlaşma’da çocuklar antlaşmaya dahil edilmiş ve vaatlerin mirasçıları yapılmışlardı -Tanrı, İbrahim’in dünyasal nesillerin olduğu gibi, bu nesillerin de ebedi babasıydı- ama şimdi Tanrı’nın görünüşte daha iyi olan bu antlaşmada çocuklarımızı dışlamak istediğine mi inanmalıyız?

Vaftiz Konusunda Eski ve Yeni Antlaşma Arasındaki Devamlılık

Eğer her iki antlaşmada da tek bir lütuf antlaşması varsa ve sünnet ile vaftiz bu tek antlaşmanın Eski ve Yeni Antlaşma uygulamalarının sakramentleriyse, kanıtlama yükü bebek vaftizini inkâr edenlerin tarafına düşüyor gibi görünmektedir. Genellikle savunmaya geçenler peadobaptistlerdir (biliyorum, çünkü eskiden ben de hücum eden taraftaydım) ve bebek vaftizinin Yeni Antlaşma’daki açık örneklerini göstermesi gerekenler de onlardır. Genelde paedobaptistlere “Neden çocukları vaftiz etmek için tek bir emir yok?” diye sorulur.

Bununla birlikte, eğer vurgu devamlılık üzerindeyse (Eski Antlaşma’nın vaadi, Yeni Antlaşma’nın yerine getirilmesi), elçilerin sadece bireylerden ziyade tüm aileleri kapsayan bir antlaşma teolojisini savunmak için büyük acılar çekmeleri için hiçbir sebep yoktur. Ancak, elbette, bu sessizlikten kaynaklanan bir argümandır. Gerçekte, Elçilerin İşleri kitabı bize devamlılığın açık beyanlarını sunar. Pentikost gününde tapınağın merdivenlerinde Petrus şöyle ilan etmiştir: “Petrus onlara şu karşılığı verdi: “Tövbe edin, her biriniz İsa Mesih’in adıyla vaftiz olsun. Böylece günahlarınız bağışlanacak ve Kutsal Ruh armağanını alacaksınız. Bu vaat sizler, çocuklarınız, uzaktakilerin hepsi için, Tanrımız Rab’bin çağıracağı herkes için geçerlidir” (Elç. 2:38-39).

Vaftiz adaylarının çoğunun yetişkin olup, sonradan iman edenler olmasına rağmen (müjdecilerin Müjdeyi yeni götürdüğü her yerde olduğu gibi), “ev halkı vaftizleri” örnekleri de vardır. Elçilerin İşleri 11:14’te Petrus, bir meleğin Sezariye’den bazı adamlara nasıl göründüğünü ve onlara Müjdeyi getireceğini bildirdiğini anlatır: “O sana, senin ve bütün ev halkının kurtuluş bulacağı sözler söyleyecek.” Elçilerin İşleri 16:31-33’te Pavlus ve Silas’a gardiyanları “kurtulmak için ne yapmam gerekir?” diye sorar. Onlar da “Rab İsa’ya iman et, sen de ev halkın da kurtulursunuz” diye yanıt verirler. Sonuç olarak, “hem kendisi hem ev halkı hemen vaftiz oldu.” Pavlus, çağrısı vaftiz etmek olmamasına rağmen, “İstefanas’ın ev halkını” vaftiz ettiğini belirtmiştir (1 Kor.1:16). İlk kilise babalarının tanıklığı, oybirliğiyle paedobaptizm lehinedir ve havarilerin öğrencilerinin, bu aslında yeni bir şey olsaydı, herhangi bir tartışma olmaksızın uygulamayı evrensel olarak nasıl benimseyebilecekleri merak konusu olurdu. Kendisi de Yuhanna’nın en yakın öğrencisi olan Polikarp’ın öğrencisi Irenaeus, Origenes, Tertullian, Şehit Yustinus ve diğer babalarla birlikte, uygulamadan elçisel kökenli olarak bahsetmiştir. Kilise geleneğinin hiçbir zaman kesin olmadığı doğrudur, ancak bu yöndeki evrensel iddialar en ufak bir tartışmaya yol açmadıysa, bunun nasıl havarilerin geleneği olamayacağını anlamak zordur.

Ancak yine de en ikna edici kanıt Kutsal Kitap metninin kendisinden gelmektedir. Eski Antlaşma şu uyarıda bulunur: “RAB kötülerin evini lanetler, … Doğruların soyuysa kurtulur” (Özd. 3:33; 11:21). İmanlıların çocukları yeniden doğmamış putperestler olarak görülmemiştir, “Felakete uğrayan çocuklar doğurmayacaklar. Çünkü kendileri de çocukları da RAB’bin kutsadığı soy olacak” (Yşa.65:23). Ancak Yeni Antlaşma’da da aynı mesaj vardır. Pavlus Korintliler’e, imanlı bir ebeveynin çocuklarının kutsandığını söylemiştir: “…Yoksa çocuklarınız murdar olurdu. Ama şimdi kutsaldırlar” (1 Kor. 7:14).

Bana öyle geliyor ki, bebek vaftizini reddedenler bu tür bölümleri yorumlamak için bir yola başvurmuyorlar, çünkü Yeni Antlaşma en az Eski Antlaşma kadar inananların çocukları ile inanmayanların çocukları arasında ayrım yapmaktadır. Bunu kabul ettikten sonra geriye kalan tek soru şudur: “Eski Antlaşma’da Tanrı tarafından emredilen sakramenti almışlarsa, Yeni Antlaşma’da Tanrı tarafından emredilen sakramenti neden inananların çocuklarından esirgemeliyiz?” Eğer çocuklarımız yeniden doğmamış putperestlerse ve “karar verene” ya da imanlarını ikrar edene kadar öyle muamele görmeleri gerekiyorsa, o zaman onlara böylesine büyük bir ilahi sahiplik işareti verilmemelidir. Ancak eğer “kötülerin evi” ile “doğruların evi” arasında -yani imansızlar ile Mesih’in doğruluğunu taşıyanlar arasında- bir fark varsa, o zaman sakrament bizim çocuklarımız için İbrahim’in çocukları için olduğu kadar geçerlidir.

Sonuç

Antlaşmanın kendisi gibi, vaftiz de bereket ve laneti beraberinde getirir. Müjdeyi işitmeyi imanla birleştiren antlaşma çocukları için (bkz. İb. 4:2) vaftiz, şüphe ve korku zamanlarında büyük bir tesellidir. Calvin kendimizi “ondan [vaftizden] elde edilecek güvence ve ruhsal sevincin tek meyvesinden mahrum bırakmamamız konusunda bizi uyarır. . . Çünkü sadece sözle değil, gözle de Göklerdeki Baba’nın lütfuna nail olduklarından ve çocuklarının onun himayesinde olduğundan emin olmak dindar zihinlere ne kadar da tatlı gelir” demiştir. Gökkuşağı gibi, bu sakrament de verilen vaadi alır ve onu somutlaştırır. Tanrı sadece günahkârları kurtarmakla kalmaz, beni de kurtarır ve vaftiz bu gerçeğe benim değil, Tanrı’nın tanıklığıdır. Emin olmak için, birçok antlaşma çocuğu çölde dolaşır ve çoğu zaman tohum ilk filizini bir süre göndermez. Calvin’in ileri sürdüğü gibi, Tanrı’nın yetişkinleri olduğu kadar bebekleri de yenilemesi mümkündür, ancak durum ne olursa olsun, “Tanrı yenilenme konusunda kendi zaman çizelgesine uyar.”

Bununla birlikte, bunu hafife alan ya da imanla birleştirmeyenler için vaftiz olmanın doğasında tehlikeler vardır. Antlaşma çocukları, vaadin mirasçıları oldukları için imansızlardan daha fazla sorumluluk taşırlar. Lütuf antlaşmasında Tanrı’nın gazabından gizlenirler çünkü kan, kapı eşiğindedir ve Mesih’in doğruluğu onların haksızlığını örter. Ancak bir antlaşma üyesi bu kanı ve vaadi reddederse, artık “kan altında” değildir ve Tanrı’nın gazap gününde tüm imansızlarla birlikte kesinlikle süpürülüp götürülecektir. Bu nedenle, lütfun vaftiz edilmiş tüm çocukları, Mesih’in doğruluğu tarafından giydirilmek ve yönetilmek için kendi işlerinden ve günahlarından dönüp dönmediklerini düşünmekle iyi ederler.

Tüm bunlarla ilgili iyi haber ise Tanrı’nın tüm aileleri kurtarma işinde olduğudur. Bugünlerde “aileyi kurtarmak” hakkında çok şey duyuyoruz ve genellikle akla ahlaki ve siyasi çözümler geliyor. Ancak Kutsal Yazılar gözlerimizi, Tanrı’nın bizi kendisiyle ve birbirimizle barıştırdığı Arabulucu olan Mesih’e çevirir. Antlaşma çocuklarını ilgisizliğe ve nihayetinde vaadin reddine sürükleyen kendini beğenmiş bir küstahlığa karşı dikkatli olmamız gerekirken, Tanrı’nın bizim ve çocuklarımız için sağladığı lütufkâr hükmü reddetmemeye de dikkat etmeliyiz. Sakramentler imanımızı güçlendirmek içindir, onunla rekabet etmek için değil ve çoğu zaman iman ve vaftizi sanki birbiriyle çelişiyormuş gibi görürüz. Tanrı, muhteşem ve mucizevi yöntemiyle bunu nasıl yapmayı seçerse seçsin, iman, Ruh’un gücüyle, Söz ve sakrament aracılığıyla doğar ve güçlenir. Verilen vaatlerin tutulmadığı, hayallerin yıkıldığı ve yuvaların dağıldığı bir günde, bu bizi Kaya’mıza, Tanrı’mıza bağlayacak hiç de azımsanacak bir dayanak değildir. Bu, iman hanedanlığı kurmak için yeterli bir neden değil midir ve bu misyon, ailelerimiz için, günahkâr Hristiyanlar olarak yaşamlarımızı kaçınılmaz olarak sarsan zor zamanlarda bizi taşıyacak kadar büyük bir vizyon yaratmak için yeterli değil midir?

Son olarak, Kutsal Yazılar’da bulduğumuz bu antlaşma yaklaşımı ebeveynler olarak bizden daha fazlasını istemektedir. Çeşitli Reform vaftiz törenlerinde, ebeveynler Tanrı’ya ve kiliseye çocuklarının Kutsal Kitap öğretileri ve Tanrı’nın Sözü’nün emirleri doğrultusunda yetiştirileceğine dair söz verirler. Cemaat de çocuğun bakımı ve yetiştirilmesinde ebeveynlere yardımcı olmak üzere ebeveynlerin yeminine kendi yeminini ekler. Bireyci Hristiyanlık çağımızda bu karşılıklı sorumluluk duygusu ne ölçüde vardır? Bu ciddi sakrament, inanç topluluğunu bir görev bağı içinde bir araya getirir (evet, görev, hak sahibi toplumumuz için çok iğrenç hale gelen bir kelime.) Ebeveynler ya da cemaat olarak bu sözleri gerçekten iyi niyetle verdiysek, bu, çocuklarımız için evde ve kilisede düzenli eğitim dönemleri olmasını sağlayacağımız anlamına gelir. Bu, onlara gençlik gruplarında ölümüne eğlendirilecek tüketiciler olarak değil, Rabbin mirası olarak davranmamızı gerektirir, çünkü kendileri de bu mirası çocuklarına aktaracaklardır.

Kilisedeki mevcut krizimizin büyük bir kısmı kendi tembelliğimizden, dünyevi yaşamlarımızın hızından ve iman hanedanlıkları inşa etmeye yönelik bu ilahi emri ciddiye almaktaki başarısızlığımızdan kaynaklanmaktadır. Hristiyan babaların evdeki rahiplik görevlerini her zamankinden daha fazla ciddiye almalarının ve vaftiz edilmiş ev halkını, gerçek Yeşua’mız olan Mesih’in kendi değerli kanı pahasına bizi zaten getirmiş olduğu vaat edilmiş huzur diyarına götürmelerinin zamanı gelmiştir.

[1] Editör notu: Birçok evanjelik kilisede, Mesih’e iman etmek isteyen kimseler kürsünün önüne davet edilir ve “Rabbi yüreğine davet etme” ritüeli yapılır. Burada “iman ikrarına davet” ile kastedilen, sözü edilen ritüeldir.

[2] Editör notu: Dispensasyonalizm olarak da bilinir. Dönemselcilik, tarihin, Tanrı’nın insanlıkla farklı şekillerde hareket ettiği birden çok çağa veya “dönemlere” ayrıldığını savunur. Dönemselciler genellikle milenyum-öncesine, İsrail’in gelecekteki bir tazminine ve genellikle zulüm çağı öncesi olduğu düşünülen ikinci gelişten önce gerçekleşecek bir “aniden göğe alınma” inançlarını savunurlar (bkz. Sandeen, Ernest R. and Melton, J. Gordon. “Christian fundamentalism”. Encyclopedia Britannica, 8 Mar. 2022, https://www.britannica.com/topic/Christian-fundamentalism. Accessed 19 May 2023).

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu