Çeviren: Denizhan Başaran
Doğru bir bilgi kuramının ve doğru bir gerçeklik kuramının altında yatan altı temel taş olduğunu söyleyebiliriz; bunlar, Tanrı, insan, Mesih, kurtuluş, kilise ve son şeyler hakkında doğru bir anlayıştır. Bunların katekizm dersinde duyduğum şeyler olduğunu söylüyorsunuz. Bunların teolojinin alakadar olduğu sıradan kavramlar olduğunu söylüyorsunuz. O halde felsefe de aynı kavramlarla ilgileniyor mu? Evet, ilgileniyor. Bu saydıklarımızın dışında insanların ele alabileceği kavramlar yoktur. Öte yandan her insan, eğer düşünüyorsa, bu kavramlar hakkında düşünmek zorundadır. İster bir bilim insanı ister bir filozof ister bir ilahiyatçı ya da çoğu insanın olduğu gibi bunların hepsi bir arada olsun, bu kavramlar üzerine açık ya da üstü kapalı olarak bir şeyler dile getirmek zorundadır. İşte bu nedenle “sıradan insanlar” ile “profesyoneller” arasındaki ayrım çok keskin bir şekilde çizilmemelidir. Bilginin tüm bölümleri, belli bir bakış açısından, olası insan bilgisinin bütünüyle ilgilenir.
İnsan bilgisinin tüm bu branşları arasında teolojiye en yakın duran felsefedir. Hem ilahiyat hem de felsefe bilgiyi bir bütün olarak ele alırken, diğer bilgi branşları açık beyanlarında kendilerini büyük ölçüde deneyimin belirli yönleriyle sınırlar. O halde neden hem teoloji hem de felsefe vardır? Bu soruyu tam olarak yanıtlamaya çalışmayacağım. Bu bağlamda sadece bir husus bizim için yeterli olabilir. “Dünya”nın teolojisi yoktur. Sadece felsefesi vardır. Bu nedenle felsefeyi reddetmeli miyiz? Tam tersine! Dünyanın sahte felsefesinin karşısına gerçek bir Hristiyan felsefesi ortaya koymalıyız. Eğer gerçek teolojiyi korumak istiyorsak, sağlam bir felsefe üretmemizden daha önemli bir şey yoktur.
Şimdi bunu yapabilmek için öncelikle teolojinin kavramlarını felsefenin kavramlarına indirgememiz gerekir. Bunu da tam olarak yapamayız ancak yukarıda bahsedilen altı teoloji kavramının altında iki ana felsefi kavram olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki ana kavram gerçek bir bilgi kuramı ve doğru bir gerçeklik kuramıdır. Her insan Tanrı’nın, insanın ve dünyanın doğasının ne olduğu hakkında kendisinin ne düşündüğünü bilmelidir. Böyle bir bilgi bize bir gerçeklik kuramını verir. Ancak böyle bir gerçeklik kuramına sahip olmadan önce bile, gerçeklik bilgimizin bir yanılsama olmadığını sahiden bildiğimizden emin olmamız gerekir. Buna göre, her şeyden önce bir bilgi kuramına sahip olmalıyız.
Bu iki temel taşının sağlam ve doğru bir şekilde döşenmiş olması çok önemlidir. Düzmece bir felsefenin ve bilimin kuşatmasının büyük topları bu temellere karşı doğrultulmuştur. Bu temeller yıkılırsa teolojik yapımızın ayakta kalacağı konusunda kendimizi kandırmamalıyız. İki kısa makalede bu temel taşlarının ne olduğunu ve neden onları yerinden oynatılamaz olarak gördüğümüzü anlamaya çalışacağız.
Bir İmanlının Bilgi Kuramı
Bir inek görüyorum ve onun bir hayvan olduğunu söylüyorum. Peki, hayvan nedir? Bu soruyu tam olarak yanıtlayabilmek için bir inek için yaşamın ne olduğunu söyleyebilmeliyim. İneğin ot yediğini görüyorum. Ot da canlı mı? Evet, canlı. Çimenler toprakta büyür. Toprak da canlı mı? Hayır, canlı değil (bazıları canlı olduğunu söylüyor). Her halükârda cansız olanın canlı olan için vazgeçilmez olduğunu görüyorum. Dolayısıyla toprağın ne olduğunu söyleyemediğim sürece yaşamın ne olduğunu da söyleyemem. Fiziksel gerçekliğin tamamının ne olduğunu söyleyemediğim sürece bir ineğin ne olduğunu da söyleyemem.
Ancak şimdi daha büyük bir zorluk ortaya çıkıyor. Bizler, kendimiz de bu gerçekliğin bir parçasıyız. Bu ilk bakışta bize içeriden bakma avantajı sağlıyor gibi görünebilir ancak aslında kesinlikle yalnızca içeriden bakabilmenin dezavantajını sağlamakta. Genellikle kendimize yalnızca içeriden bakarız. Başkaları ise bize “dışarıdan” bakar. Üstelik genellikle bize kıyasla ne kadar da doğrudurlar! O halde bir Tanrı olduğunu varsayalım. O bizim hakkımızda en iyi “dış” görüşe sahip olacaktır. Bizim kendimiz hakkındaki fikrimiz, Tanrı’nın bizim hakkımızdaki dış bilgisiyle uyuşmadığı sürece tamamen yanlış olacaktır. Böylece, ineğin ne olduğu sorusuna bir yanıt bulmak istiyorsak, öncelikle Tanrı ve insan hakkında her şeyi bilmemiz gerektiğini görmeye başlarız. Başka bir deyişle, herhangi bir şey hakkında bir şey bilmek istiyorsak, her şey hakkında her şeyi bilmemiz gerektiğini söyleyebiliriz.
O halde ineğin ne olduğunu bilmediğimiz cevabını vermeliyiz. Ancak böylesine bir itiraf o kadar da ciddi görünmüyor. Bir ineğin ne olduğunu bilmesem bile yine de onu sağabilirim. Ancak kendimi tanıyıp tanımadığım sorulduğunda iş daha ciddi bir hal alır. Kendim hakkında çok şey biliyor olmalıyım. Beni dışarıdan gördüğünü iddia edenler var ve onlar benim günahkâr ve lanetlenmeye mahkûm olduğumu söylüyorlar. Bu doğru mu? Onlara bunu nereden bildiklerini soruyorum. Bana Tanrı’nın vahyinin onlara bu konuda bilgi verdiğini söylüyorlar. Böyle bir vahiy var mı? Belki de yoktur. Peki ben olmadığından emin miyim? Kendim hakkında her şeyi bilmeliyim; yani bu kötü peygamberlerin yanıldığından emin olabilmem için, bu hayatta ve eğer varsa sonraki hayatta başıma neler geleceğini bilmeliyim. Umutsuzluğa kapılıyorum. Bilip bilmediğimi hemen şimdi ve burada öğrenmeliyim.
Umutsuzluk içinde, beni suçlayanların sözünü ettiği vahye bir kez daha bakıyorum. Kutsal Yazılar bana Tanrı’nın her şeyi bildiğini söylüyor. Bu iddianın doğru olduğunu varsayalım, bu bana yardımcı olur mu? Bu benim her şeyi bilmemi sağlar mı? Hayır, her şeyi bilmemi sağlamaz ama yine de bana yardımcı olur. Eğer sadece babası biliyorsa, bir çocuğun gideceği yol hakkında her şeyi bilmesine gerek yoktur. Aynı şekilde, Tanrı her şeyi biliyorsa, kendimiz hakkında bilmemiz gereken her şeyi bilebileceğimizi de söyleyebiliriz. Eğer Tanrı her şeyi biliyorsa, her şeyi yaratmış olmalıdır. Eğer her şey ona bağlı olmasaydı, Tanrı her şeyi bilemezdi. Eğer Tanrı’nın zihni bu dünyaya damgasını vurmamış olsaydı, Tanrı bu dünyayı bilemezdi. O halde herhangi bir insanın sahip olduğu ve sahip olabileceği tüm bilgiler de Tanrı’dan geliyor olmalıdır. O halde Tanrı’nın suretinde yaratıldığımız doğru olmalıdır. Tanrı’nın akılcılığı benim üzerime damgalanmıştır. Dolayısıyla, eğer Tanrı varsa, sahip olduğum bilgi Tanrı’dan gelmelidir ve bu nedenle de doğru olmalıdır.
Peki ama Tanrı var mıdır? Şimdiye kadar, eğer Tanrı varsa nelerin doğru olabileceğini sorduk. Bu bizim görmekte olduğumuz güzel bir görümden başka bir şey değil mi? Cevabımız Tanrı’nın var olması gerektiği, aksi takdirde O’nun hakkında sorduğumuz soruların anlamsız olacağıdır. Eğer biz bir şey bileceksek, Tanrı’nın her şeyi bilmesi gerektiğini gördük. Dolayısıyla, O gerçekten var olmadıkça, benim O’nun varlığı hakkında soracağım soruların da bir anlamı olmayacağı doğrudur. Başka bir deyişle, deneyimlerimin herhangi bir anlam ifade edebilmesi için Tanrı’nın varlığını “varsaymam” gerekir. Tanrı’ya olan inancım benim için nefes kadar gereklidir; O bana “el ve ayaktan daha yakındır”.
İman
Yukarıda ana hatlarıyla belirtilen konum, iman konumu olarak adlandırılabilir; bu, inananın konumudur. İnanan kişiden içindeki iman için bir neden göstermesi istendiğinde, yukarıda gerekçelendirdiğimiz gibi gerekçelendirir. O zaman imanlı kişinin konumunun makul bir konum olduğu açıkça ortaya çıkar. Sıradan bir insanın inançlı olması makuldür. İnançlı olmak son derece bilimseldir. Bilimsel olmayan tek konum gerekçelendirilemeyen bir konumdur. Eğer bugün bilim, bahsettiğimiz gibi bir Tanrı’nın varlığına inanmıyorsa, sadece “bilimin” bilim dışı olduğunu söyleyebiliriz.
O halde iman, doğru olduğunu düşünmekten hoşlandığımız bir şeyin düşüncesizce kabul edilmesi değildir. Aksine iman daima ruhun derin ıstırabına bir cevap olarak gelir. En derin iman en derin düşünceye bağlıdır. Kaybolan kişi ancak limana getirildiğinde inanacaktır.
İman, Tanrı’nın mutlak önceliğinin ve benzersizliğinin tanınması anlamına gelir. İman, insan benliğinin hiçbir yönünün Tanrı’ya tabi olmaktan kaçmasına izin vermez. Aklı Tanrı’ya bir kenara bırakmaz. Akıl ancak bu şekilde gerçekten özgürdür; ancak bu şekilde içinde işlev görebileceği bir atmosfer vardır. Böylece iman da tüm gerçek bilimin kaynağı haline gelir.
İmansızın Bilgi Kuramı
John bir inek görür. Ona hayvan der. Peki hayvan nedir? Webster onu hayal kırıklığına uğratır. Filozoflara döner, Platon ona bu ineğin ebedi idealar dünyasındaki inekliğin bir sureti olduğunu söyler. Ancak böyle bir idealar dünyası var mıdır? Platon bu konuda ne biliyordu? Herhangi bir insan ebedi olan herhangi bir şey hakkında ne bilebilir? Fakat Platon antik bir Grek’ti. Belki de modern bir Amerikalı bu konuda daha çok şey biliyordur. John, William James’e sorar. James ona aslında hiç kimsenin hiçbir şey hakkında bir şey bilmediğini söyler. James ona gerçekliğin bilgisi için tüm bu çılgın kovalamacayı unutmasını söyler. “İneğini sağ ve işini bitir” der James. “Pratik ol.”
John “pratik” olmaya çalıştı. Domuzları otlatan kaybolan oğul da öyle yapmıştı. Ancak John bir yargı günü hakkında akıl yürütmenin pratik olmadığından nasıl emin olabilirdi? Metuşaleh bile ölmüştü. Muhtemelen John da ölecekti. Peki, sonra ne olacaktı? Bunu ona kim açıklayabilir? Bu tür soruları tekrar tekrar sormaktan kendini alamaz. Yine de Kutsal Yazılar’ın yanıtını kabul etmeyebilir, sonuçta Kutsal Yazılar bu bağlamda insan görüşlerinin bir derlemesinden başka bir şey değildir. Herhangi bir otoriteyi kabul etmek onun zekâsına hakaret olur. Kendi kendisinin otoritesi olmak ister. Umutsuzluğa kapılır. Delirir. İntihar eder. Yahut başka bir şekilde düşünmekten vazgeçer ve insanlığını reddeder.
Akıl
Yukarıda özetlenen yaklaşım insan aklının yaklaşımı olarak ve bu yaklaşıma sahip olan kişi akılcı[1] olarak adlandırılabilir. Akılcı kişi, insanın Tanrı’nın yardımı olmadan aklının karşılaştığı tüm sorunları çözebileceğini iddia eder. Korkusuzca Sfenksle karşılaşır. Tanrı’nın bahşettiği her şeyi korkusuzca reddeder. “Ayakları toprağı şiddetle eşer, gücünden ötürü sevinçle coşar, savaşçının üstüne yürür.”
Başarısızlık tekrar tekrar geldiğinde umutsuzluğa kapılmaz. Çabalarında diretir ve böyle bir diretmeyi “gerçek bilimsel sabır” olarak adlandırır. Biz buna inatçılık ve kibir deriz. Akılcı kişi, her şeyi bilen bir Tanrı’nın var olabileceğini kabul etmektense, kolayca itirafa mecbur olduğu “bilmiyoruz” sözcüğünü inancının “bilemeyeceğiz” sözcüğüne dönüştürmeyi (dolayısıyla nihai ve mutlak başarısızlığı kabul etmeyi) tercih eder. Biçerbağlar ve traktörler gibi şeylerin var olduğunu kabul etmektense, dünyanın buğdayını tırpanla biçmeye kalkışmayı tercih eder.
Bizim Görevimiz
O halde bizim görevimiz nedir? Görevimiz imanımızla mücadele etmektir. Mezmurları yüreğimize saklamalıyız. Bayram eden bir kalabalıkla birlikte Tanrı’nın evine giderken onlarla bayram etmek iyidir ancak kendi ruhlarımızla diyalog kurmayı da öğrenmeliyiz. Hermon ve Misar dağlarında, “Neden üzgünsün, ey gönlüm, Neden içim huzursuz? Tanrı’ya umut bağla, çünkü O’na yine övgüler sunacağım” diye yanıt vermeyi öğrenmeliyiz. Yalnız kalmak ve düşünmek bizi güçlü kılar. Söz üstüne düşünerek Davut’un sahip olduğu gibi bir güven kazanırız. Esav’la karşılaşmadan önce Tanrı’yla güreşmeliyiz.
Bir kez daha soruyorum, görevimiz nedir? Müjde’yi tüm insanlara ulaştırmak mı? Elbette budur. Ancak Ferisilerin yaptığı gibi bütün ulusları müjdelersek vay halimize! Yine de vaazlarımız, öğretilerimiz ve müjdeleme çabalarımız sürekli olarak Ferisiliğe kayma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Konumumuzu korumak çoğu zaman çok kolaydır. Kendimizle çok az mücadele ediyoruz ve bu nedenle inançsızlıkla mücadelemizde çok az ilerleme kaydediyoruz.
Konumumuzun doğruluğundan emin olmak yanlış mı? Bazen çok mu aşikâr vaazlar veriyoruz? Hiç de değil. Yine de daha inançla öğretmeli ve vaaz vermeliyiz, fakat daha da derinden temellendirilmiş bir inançla. Müdafaa üzerine yoğunlaşarak çalışan hiç kimse etkili bir şekilde çalışamaz. Biz Tanrı’nın tarafındayız. “Nedir uluslar arasındaki bu kargaşa?” Şimdi Oğul’u öpsünler ki, bir gün halkları yargılamak için oturmakta olan O’nun karşısında kendilerini örtmeleri için dağlara ve tepelere yakarmasınlar.
[1] “Rasyonalist”