Savaş Günlüklerine İlişkin
Bu aralar yakın bir arkadaşımın bana hediye etmiş olduğu kitabı okuyorum. Kitap Günter K. Koschorrrek tarafından yazıldı ve Türkiye’deki kitapçılarda Kan Kırmızı Karlar başlığı altında satılmaktadır. Kitap, Nazi Alman askerlerinin Stalingrad çıkarmasında yaşadıkları zorlu anları anlatıyor. Günter K. Koschorrrek’in kendisi o askerlerden birisi olduğu için buna bir savaş günlüğü ve hatta otobiyografi bile diyebiliriz. Kitap hakkında herhangi bir “spoiler” vermeyeceğim, zira yazımın amacı da kitabı değerlendirmek veya tartışmak değildir.
Savaş günlükleri okumanın birkaç yönden avantajı var. Birincisi, hayatlarımızdaki sorunlardan daha büyük sorunların ve felaketlerin olduğunu göstermektir. Günlük yaşamlarımızda illaki katlandığımız sorunlar var. İş yerindeki sorunlar, ilişkisel sorunlar, siyasi tartışmalar, ekonomik sorunlar ve benzeri daha birçok olumsuz durumla karşı karşıya kalmamız pekâlâ mümkün. İçgüdüsel olarak hareket edildiğinde bu sorunları kimi zaman felaketleştirme, kimi zaman az da olsa abartma, kimi zaman da vurdumduymaz tavırlarla bertaraf etme eğilimde olunuyor. Kuşkusuz, herkesin sorunlarla mücadele etme yöntemi farklıdır ve bu konuda kimse kimseyi yadırgayamaz. Ancak can pazarının ne olduğunu veya neye benzediğini bilmeden, bu sorunlara karşı gerçekçi bakış açısını yakalamak kolay değil. Savaş günlükleri de bizlere tam olarak can pazarı örneğini sunuyorlar. Cephedeki çatışmalar, bomba seslerinden korkan ve o korku sırasında hissedilen panik, belirsizlik, sevdiklerinden uzak durmak ve benzeri daha birçok gerçek, savaş günlüklerinde işlenmektedir.
Avantajlardan ikincisi, hayatın yalnızca gördüğümüz kadarıyla basit olmadığının görülebilmesini sağlamaktır. İllaki karşılaşmışızdır: spor müsabakaları, siyasi tartışmalar ve benzeri meseleler yüzünden insanlar birbirine girerler. Ali farklı bir siyasi partiyi destekliyor diye Ahmet ondan nefret ediyor. Ali’nin nefreti, Ahmet’in desteklediği ideolojiyle sınırlı kalsa ortada sorun falan kalmaz. Ancak Ali, nefretini Ahmet’le kişiselleştiriyor. Üstelik bu nefretler ve sevgiler yalnızca bir siyasi parti uğruna. Bu bana çok gülünç geliyor çünkü lüks içinde yaşayan, halktan zerre haberi olmayan siyasetçiler, bihaber oldukları halk için “çabalıyorlar.” Savaş günlükleri ise bu tartışmaların, nefretlerin ve partizanlıkların birer safsata, birer vakit kaybı olduğu öğretiyor. Kurşunun ve bombanın nereden geleceğini bilmeden hayatta kalmaya çalışan insanın derdiyle, lüks içinde yaşayan siyasileri veya spor kulübü patronlarını savunan adamın derdi aynı değildir, değil mi?
Kanımca savaş günlüklerinin sağladığı üçüncü fayda da yaşadığımız hayatın değerini daha iyi anlamamızı sağlamaktır. Cephede, sevdiklerinden uzak ve bihaber, bir yandan düşmanı alt etmeyi düşünürken öte yandan hayatta kalmaya çalışan insanın hayatı, günlük yaşamlarımızda şükredici olmamızı sağlamalı. Kuşkusuz hepimiz lüks içinde yaşamıyoruz, fakat en azından kafamızın üzerinde uçuşan uçaklar yok. Her konuda mutlu olmayabiliriz, ancak gece uyuduğumuz zaman en azından evimize roket düşmeyeceğini biliyoruz. Bunun gibi daha birçok örnek sıralanabilir. En nihayetinde özet olarak iki farklı ortam, iki farklı kaygı. Can kaygısı, sanırım diğer kaygılardan daha ağır basıyor. Bu, kuşkusuz, kurban psikolojisine bürünüp hayatta hiçbir konuda şikayetçi olmamamız gerektiğini anlamına gelmiyor. Ancak günlük hayatımızla savaş meydanını mukayese ettiğimizde, aradaki farkı açıkça görebileceğimizi düşünüyorum.
Sevgiyle kalın.