Okuyacağınız bu metin, sizi Hristiyanlığın erken dönem bilginlerinden Lactantius ile tanıştıracak ve onun kaleme aldığı zarif, mistik eserlerden biri olan “De Ave Phoenice” (Anka Kuşu Üzerine) ile baş başa bırakacaktır. Antik Roma’nın Cicero’su olarak anılan Lactantius, 3. yüzyılda yaşamış; Tanrı’nın yasalarını, Hristiyan öğretilerini ve ruhun ölümsüzlüğünü Romalıların entelektüel beğenisine sunmak için özenle işlemiştir. Felsefeye ve dine dair açtığı bu kapıdan girenleri, yalnızca düşüncenin değil, aynı zamanda dilin de incelikleriyle karşılar.
“De Ave Phoenice” adlı eseri, Lactantius’un olağanüstü bir simge, efsanevi Anka kuşu üzerinden insan ruhunun Tanrı’da dirilişini anlatma çabasıdır. Bu şiirsel metin, efsanevi Anka’nın küllerinden yeniden doğma hikayesini işlerken, Lactantius’un kaleminde Tanrı’nın diriltici gücüne ve insan ruhunun ölümsüzlüğüne bir övgüye dönüşür. Anka kuşunun, her bin yılda bir, kendi küllerinden doğarak yeniden yaşama kavuşması, Hristiyan öğretisinde sonsuz yaşama ve yeniden doğuşa dair güçlü bir metafor olarak işlenmiştir. Lactantius’un Anka’sı, kutsal bir suyla yıkanarak yenilenen, güneşin ışığında doğuya dönüp ilahiler söyleyen, sonra kendi ölümüne giden ve külleri içinden yeni bir yaşam çıkaran bir figürdür. Bu büyüleyici döngü, okuyucuya yaşamın ve ölümün ötesinde Tanrı’nın sonsuz hayat vaadini hatırlatır. Bu yönüyle eser, okuyucuya derin bir ruhsal yolculuk sunar; tıpkı eski metinlerin imgeler dünyasında dolaşan bir yolcu gibi, kendinizi Anka kuşunun kanatlarında taşıyor bulacaksınız.
Lactantius’un kaleminden çıkan bu metni okurken, sadece bir efsaneyi değil, aynı zamanda bu efsane üzerinden sunulan ilahi bir yolculuğu deneyimleyeceksiniz. Ölüme meydan okuyarak yeniden doğan bu kuş hem ölümün kaçınılmazlığını hem de bu ölümden doğan sonsuz yaşam umudunu gözler önüne seriyor. Kendi külleri içinde varoluş bulan bu figür, doğanın ve ruhun yeniden doğuşunu kutlayan bir ilahi olarak yankılanıyor.
Bu kısa okuma yolculuğunuzun sonunda, Lactantius’un hayal gücü ve metafor ustalığına hayran kalacak, belki de ruhunuzun kendi küllerinden nasıl yeniden doğabileceğini düşünebilirsiniz. Bu kadim sözlerin ve derin anlamların arasında dolaşırken, sizi kendi ruhsal dirilişinizin sırrını keşfetmeye davet ediyorum.
Anka (de Ave Phoenice)
İlk Doğu’da, sonsuz kutbun büyük kapısının açık olduğu, gizlenmiş bir mutluluk diyarı vardır. Bu yer ne yaz ne de kış gün doğumuna yakındır; fakat güneş, bahar arabasından günü döktüğünde bu bölgeye ışık verir. Burada geniş bir ova uzanır ne bir tepe yükselir ne de derin bir vadi açılır. Bu yer, bizim dağlarımızın zirvelerinin yüksek sayıldığı yerden on iki arşın yukarıda yükselir. İşte burada güneş korusu bulunur; bu koru, sonsuz yaprakların onuruyla çiçek açmış birçok ağaçla donatılmış bir ormandır. Kutup, Phaethon’un ateşleriyle yanarken burası alevlerden etkilenmemiş, Deucalion’un dünyayı dalgalarla kaplayan tufanı geldiğinde bile suların üzerinde kalmıştır. Ne zayıflatıcı hastalıklar ne yaşlılığın getirdiği hastalıklar ne de zalim ölüm, korkunç suç ya da zenginlik arzusunun çılgınlığı buraya yaklaşamaz ne Mars gelir ne de öfke, kıyım sevgisiyle yanan. Acı hüzün, sefalete bürünmüş ihtiyaç, uykusuz kaygılar ve şiddetli açlık burada bulunmaz. Ne fırtına ne de şiddetli rüzgâr burada hüküm sürer; soğuk çiy ile toprağı örten kırağı buraya düşmez. Bulutlar bu ovayı örtmez ve bulanık su damlaları yukarıdan düşmez; fakat ortada “yaşayan” diye adlandırılan bir pınar bulunur. Berrak, sakin ve tatlı sularla dolu olan bu pınar, her ay bir kez, on iki kez tüm koruyu sularıyla sulayarak ortaya çıkar. Burada, yüksek bir gövdeyle yükselen bir ağaç türü, yere düşmeyecek olgun meyveler taşır. Bu koruda tek bir kuş, anka kuşu yaşar — yalnızdır, fakat kendi ölümüyle yeniden doğar. O, Phoebus’a (Güneş Tanrısı) hizmet eder ve ona itaat eder; doğası ona bu görevi üstlenmesi için verilmiştir. Gün, sabahın safran rengi ışığıyla kızardığında, yıldızları pembemsi ışığıyla kovduğunda, anka kuşu bedenini üç-dört kez kutsal sulara daldırır, “yaşayan” pınardan üç-dört kez su içer. Yüksek bir dalın zirvesine, tüm koruya tepeden bakan ağacın en üstüne çıkar ve yeni doğmakta olan Phoebus’un ilk ışınlarını bekleyerek doğuya döner. Güneş, parıldayan kapının eşiğini açıp ilk ışığın parıltısını saçtığında, anka kutsal bir ezgiyle ilahiler söylemeye başlar ve yeni ışığı eşsiz sesiyle selamlar. Bu ses ne bülbülün ezgilerine ne de Müzler’in flüt melodilerine benzer; Kırrha’nın melodilerine dahi eşdeğer değildir. Ölen bir kuğunun sesi ya da Merkür’ün lirinin tatlı telleri bile onu taklit edemez. Phoebus gökyüzüne yükselip tüm çemberini gösterdiğinde, anka kuşu kanatlarını üç kez çırpar, ateş taşıyan başını üç kez saygıyla selamlar ve sessizliğe bürünür. Günün ve gecenin hızlı saatlerini hatasız işaret eden bir işaretçi olarak koruların gözetleyicisi, ormanın kutsal rahibesi ve senin sırlarına vakıf olan yegâne varlıktır, ey Phoebus. Yaşamının bin yılı dolduğunda ve günlerin uzunluğu ona ağır gelmeye başladığında, akıp giden zamanı yenilemek için, kadere boyun eğerek, alıştığı korunun sevdiği köşesinden ayrılır. Kutsal yerleri terk edip yeniden doğma arzusuyla bu dünyayı, ölümün hüküm sürdüğü dünyayı arar. Yaş dolu olan bedeni, Venüs’ün kendisinin adını verdiği Fenike’ye doğru hızlı bir uçuşla yönelir; izlenmesi zor çöller boyunca, gizli koruların yer aldığı, uzak ormanların saklandığı vadilere ulaşır. Burada göğe uzanan bir palmiye ağacını, anka kuşundan gelen ismiyle kendine uygun bulur; burası ne zararlı bir yaratığın ne kaygan bir yılanın ne de bir avcı kuşun girebileceği bir yerdir. Burada, anka kuşu kendine bir yuva ya da mezar inşa eder; çünkü ölmek için yaşar ve kendini yeniden yaratır. Arap ülkelerinden, zengin odunlardan, Pygmiler’in diyarlarından, Hindistan’dan ya da Sabalıların bereketli topraklarından toplanan tarçın ve hoş kokulu baharatlar biriktirir. Yumuşak kasia, kokulu akantus dalı, tütsülerin gözyaşları ve değerli damlaları eksik değildir. Bu birikime, şiddetle kokan spikenard tomurcukları ve mis kokulu mür meraları ekler. Vücudunu bu yuvanın üzerine yerleştirir, sessiz uzuvlarını böyle bir yatağa serer. Ardından, ölmekte olan bedenine etrafında ve üzerine çeşitli özsular saçar ve kendi cenaze ayinleriyle hayatını sona erdirir. Ölümle tükenen bedeni, hayatın kaynağı olur, ısınır ve ateşi kendi kendine üretir; gökyüzündeki ışığın kıvılcımlarından uzaktan bir ateş alır, alevlenir ve yanarak küle dönüşür. Ölüm anında toplanan bu küller, adeta bir tohum gibi birleşir. Bu tohumdan, organları olmayan bir yaratık doğar; süt beyazı renginde bir kurtçuk olarak başlar. Aniden büyüyerek yuvarlak bir yumurta şekline bürünür. Ardından, eski şekline kavuşur ve anka kuşu kabuğunu kırarak ortaya çıkar; tıpkı tırtılların, taşlara ipek iplikle tutunarak kelebek haline dönüşmeleri gibi. Dünyamızda ona hiçbir yiyecek ayrılmamıştır, kimse ona kanatlanmadan önce yiyecek getirmez. O, yıldızlarla dolu kutuptan düşen cennetin ambrosial çiylerini emer. Bu damlaları toplar; kokular arasında beslenir ve doğal formunu kazanır. Gençlik çağında olgunlaşmaya başladığında, artık ana yurduna dönmeye hazır olarak uçar. Ancak gitmeden önce, eski bedeninin tüm kalıntılarını, kemiklerini ya da külleri ve kendisinin izlerini balsam merhemi, mür ve erimiş tütsü içinde mühürleyerek yuvarlak bir şekle sokar; ayaklarıyla bu yuvayı taşıyarak, güneşin doğduğu yere gider ve kutsal tapınakta, sunağın önüne getirir. Görenlerin hayran kaldığı bir varlık olarak kendini gösterir; öylesine büyük bir güzellik, öylesine büyük bir onur taşır. Rengi, olgunlaşmış narın pürüzsüz kabuğu altındaki tohumlarının parlaklığına benzer; Flora’nın gökyüzünün altında çiçeklendiği zaman tarlalarda yetişen gelincik yapraklarının rengine eşdeğerdedir. Omuzları ve güzel göğüsleri bu renklerle parlar; başı, boynu ve sırtının üst kısmı da bu parlaklıkla kaplanır. Kuyruğu, sarı metalin karışık noktalarındaki mor kızıllarla çeşitlenmiş halde uzanır. Kanatlarının arasında yukarıda bir parlak işaret belirir, tıpkı göklerdeki bulutlara boyanmış bir işaret gibi parlar. Zümrüt yeşili bir karışım içinde ışıldar, saf boynuzdan yapılmış bir gagası açılır. Gözleri büyüktür; iki akik taşına benzer, ortasında parlak bir alev parlar. Başının etrafında bir taç parıldar; Phoebus’un başının ihtişamını andırır. Pullar, sarı metalle kaplı uyluklarını örter, ama pençeleri zarifçe pembe renkle boyanmıştır. Bütün bu özellikleriyle anka kuşu, insanların gözünde daima böyle gösterişlidir. Mısır, bu harika manzarayı görmek için gelir ve hayran kalmış kalabalık nadir kuşu selamlar. Hemen ardından kuşun tasviri kutsal mermer üzerine oyulup hem olay hem de gün yeni bir unvanla işaretlenir. Kuş türlerinin hepsi bir araya gelir ne av ne de korku hatırlanır. Bir kuş korosuyla göklerde süzülür, bir kalabalık onu kutsal görevde coşkuyla takip eder. Ancak saf göğe ulaştığında, geri döner; ardından kendi diyarlarında gizlenir. Ey bahtiyar ve mutlu kaderin kuşu, Tanrı’nın kendisine doğumunu kendi ölümünden armağan ettiği kuş! İster dişi ister erkek, ya da ne dişi ne erkek ya da her ikisi olsun, Venüs’ün anlaşmalarına girmemiş olduğu için mutludur o. Onun için ölüm, bir Venüs’tür; ölmeden yaşamak, en büyük zevkidir. Kendine bir evlat, kendi babası, kendi varisi, kendi hemşiresi, daima kendi kendinin evladı olur. Kendisi olarak kalır, ama aynı değildir; çünkü kendisidir ve kendisi değildir, ölümüyle ebedi yaşamı kazanır.